Mersin’de ardı ardına açılan sergiler, burada geçirdiğim günlere renk katarken sizlere tüylerinizi diken diken edecek bir sergiden söz etmek istiyorum.
“Kırılgan İmge” 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’nde sanatseverlerle buluştu. Bengisu Muazzez Kurtuluş ve Ahmet Karabulak küratörlüğünde gerçekleşen bu etkileyici sergi, kadının konumlandırılmasını, yaşadığı fiziksel ve duygusal şiddeti, her şeye rağmen yitirmediği üretme gücünü gözler önüne seriyor.
Modern dünyada, kadına bakışın pejoratif, baskıcı ve nesnelliğinin hala konuşuluyor olması son derece ironik de olsa bu gerçekliğin vurgulanması önemli bir gereklilik arz eder. Bu sergideki eserler, imgesel katmanlarla insanın zihinsel akışına bir iksir gibi karışan iletilerle görevini en etkili biçimde yerine getiriyor.
Kadın ikonik olarak, melek-şeytan ile özdeşleşmiş, mitolojide cazibesi ile ortalığı karıştıran, baştan çıkartan, hatta cennetten kovulmaya sebebiyet verendir. Erkekten sonra yaratılandır. Eril güce sunulan metadır. Bu bağlamda kadın vücudu, primitif dürtülerle cinsel hazza hizmet eden obje olmaktan kurtulamamıştır. Sibel Gürel’in “Spekulum, vitrin mankeni, elma, boya” eserinde yıpranmış bir kadın vücudu görüyoruz. Üstelik suç aleti de elinde duruyor. Elma…
Cennetten daha henüz kovulduğunu düşündüğüm bu kadın figürünün, taşıyıcı bacak hizasındaki eliyle tuttuğu elma, sol göğsüyle desteklenmiştir. Elma figürü, yuvarlak hatları dolayısıyla ikonografide kadın cinselliğiyle ilişkilendirilir. Naçizane fikrimce, farklı bir vücut yapısına sahip olan erkek, cennetten kovulmanın tüm sorumluluğunu kadına yükleyip intikam alma çabasına girmiştir. Bu sebeple kadının yuvarlak hatlarını büyük bir hırsla tahrip etmiş, onu ötekiliğe itmiştir. Oysaki elmayı beraber yemişlerdi… Bu durumu günümüze uyarlayacak olursak durum hala aynı. Toplumda kadının yuvarlak hatlarının görünmesi, cennetten kovulma kodlamasını uyandırıyor. İstenen; erkek cinsiyetinin maskülenliği ile kadının feminenliğini bastırmak, Erkek vücuduna benzetmek. Belki de erkek cinsiyetinin, kendi vücudunda olandan fazlasının kadın vücudunda varsıllığının, egosuna oluşturduğu tehdit ile bilinçaltında kendiyle yüzleşememesinden ötürü kadın vücudunu pejoratif bir kalıba sokmuştur. Sibel Gürel, bu çalışmasına “spekulum” adını vererek aslında kadının içine sadece cinsel değil tinsel açıdan da bakılması gerektiğini vurguluyor.
Eserin arkasındaki detaya baktığımızda sırtından sökülmüş olan kanat izlerini görmekteyiz. Yerde duran kanatlardan dökülmüş tüyler de kadının özgürlüğünü yitiriş alegorisini tamamlamıştır.
Tarih öncesinden süregelen iş bölümüne baktığımızda kadının konumlandırılmasında pek fazla değişiklik görülmemiştir. Kol gücü gerektiren işler dışarıdadır. Erkekler ekip ruhu ile organize olup bizon avlarken kadınlar mağaradadır. Bazı dönemlerde kadınların çok fazla kol gücü gerektirmeyen bitki toplama işleri yaptığı görülür. Erkek eve koskoca bir bizonu avlayıp gelirken kadının getirdiği bitkiler cılız görünür. Günümüzde de böyle değil midir? Erkeğin kazandığı para kadınınkinden az olduğunda erkeklik egoları bunu kabullenemez ve hırçınlaşır. Bu düzenin tam tersi olduğunu düşünelim. Kadınlar takım ruhu ile bir bizon avlayıp mağaraya getirmiş olsaydı. Erkekler ise mağaradaki işleri ve ufak tefek toplayıcılık yapsaydı şuan ev işleri yapan erkekler, halı saha maçına gidenlerse kadınlar olabilir miydi? Sanırım ipleri erkeklerin eline mağaralarda M.Ö atalarımız verdi ve bu düzen böyle sürüp gitti.
Zeynep Güray Can adlı sanatçımız “Çatı” adını verdiği eseriyle kadının mağaradan beri dört duvara hapsoluşunu, kadın ile özdeşleşmiş naylon çorap ve dikiş malzemeleri kullanarak oldukça anlaşılır biçimde aktarmıştır.
Hatice Karadağ adlı sanatçımız da video performansları ile kadının evde mesai saatleri, sigortası, tatil günleri olmaksızın kendinden ödün vererek nasıl çalıştığını gösteriyor.
Sanatçı, fonda geleneksel motifler barındıran bir perde kullanarak toplumsal normların dayatması sonucu kadının domestik bir kalıba sokulduğunu anlatırken, kendi üzerindeki gelinliği ütüleyen kadın ile evlilik akdinin, ev işlerinde bedava çalışmak üzere yapılmış bir anlaşma olduğunu da vurgulamış olabilir.
Kadının toplumdaki yerinin her zaman erkekten bir adım geride olduğu bu düzeni kadına dair eşyaların erkeğin eşyaları ile kapatan bir enstalasyon ile anlatan sanatçımız Aynur Sakuçoğlu, Kadının eşarp, şapka, gözlük gibi eşyalarının bulunduğu yağlıboya tabloları platformun arkasına yerleştirip önüne kravatlar asmıştır. Resimlerin ancak platformun içerisine girerek tamamen algılanabiliyor oluşu kadının eve bağımlı yaşam tarzında varoluş çabasını sembolize eder.
Belleğimizde yer alan birçok imgenin, bilinçaltımızdaki binlerce iyi ya da kötü travmanın yansıması olan kelimeler üzerine çalışan sanatçımız Bengisu Muazzez Kurtuluş’un “Ah” adlı eseri, zihnimizin karanlık noktalarına, yüzleşmekten korktuğumuz kuytuluklarımıza yüz yüze gelmemizi sağlıyor.
Bir yazı çok şey anlatabilir ama bir el yazısı çok şeyden daha fazlasını anlatır. Hızlıca yazılmış bir el yazısı, öznenin heyecanını görünebilir kılar. Muazzez Kurtuluş’un bu eserinin ilginç yönü, bir kadın vücuduna kazınarak yapılmış olması. Kadına dair dokular ile sözcüklerin özdeşleştiği bu eserde bir kadının heyecanını, korkularını, hayata tutunuş izlerini görmek mümkün ancak bana sorarsanız beni bu esere yakınlaştıran nedir diye? Bir kadının sustukları derim. Sustuklarının dışavurumu! Çünkü konuştuklarımızdan çok konuşamadıklarımız bizi yaralar. Sanatçı, bu eserinde derinlerde gizlenen gölgesel duygularını dikey bir çizgisellikle sağaltmıştır.
Son olarak, yaşadığımız çağın vahşetini yüzümüze vuran, söylenecek sözün bittiği yerde imgelerin gücünü hatırlatan ve tüylerimi diken diken eden o eserden söz ederek yazımı noktalamak istiyorum. Bilge Kutlu “Bellek” adlı enstalasyonunda kadına şiddetin geldiği son noktayı görsel, işitsel ve dokunsal, olarak empoze etmiştir.
Enstalasyona vajina şeklindeki kumaş portaldan geçerek ulaşım sağlanması ile toplumun zihniyetini, mahremiyet, namus, töre gibi olguları ifade eden sanatçı, içerdeki cinayet haberlerinin nedenselliğini de ilk görüşte sunmuş oluyor. İşitsel olarak, kadın ve çocuk çığlıkları/kadın cinayeti haberleri eşliğinde görsel detaylar ile yaratılan atmosfer adeta bir korku tüneli havasında. Yaşadığımız ülkenin bir simülasyonu niteliğinde.
Portaldaki vajinadan akan kanın, enstalasyonun zemini boyunca eşlik etmesi, toplumsal normların açtığı fiziksel yaraların sembolüdür.
Yerde duran kadın cinayeti faillerinin görsellerini ayaklar altında çiğnenmeye bırakan sanatçı bizlere tepkimizi gösterme, bir çeşit eylem yapma payı da sunuyor.
Unutulmamalıdır ki cinayetlere sessiz kalanlar da en az katiller kadar suçludur!
Yazımda yer veremediğim daha birçok değerli eser barındıran “Kırılgan İmge” sergisi, 9 Nisan tarihine kadar Ahmet Yeşil Sanat Galerisi’nde olacak.